Sait Faik Abasıyanık’ın Hikayeciliği ve Türk Hikayeciliğindeki Yeri

sait faik abasıyanıkın hikayeciliği ea

Sait Faik Abasıyanık Hikayeciliği

Sait Faik Abasıyanık’ın hikayeciliği Türk edebiyatının en önemli hikayecilik konularından biridir. Türk Edebiyatı’nda batılı anlamda hikâye, diğer edebi türlere kıyasla daha geç benimsenmiştir. Bunda hikâyeyi basit kabul edenlerin yanında, türün bizdeki ilk örneklerinin, özellikle halk hikâyesi geleneğinin iyi yorumlanamamasının da payı olmuştur.

Sait Faik Abasıyanık’ın Hayatı (Okumak İçin Tıklayınız)

Edebiyatımızda Sait Faik’in hikâyeleri, türün belli bir forma ulaştığı 1930’lu yıllarda ortaya çıkar. Ömer Seyfeddin, Refik Halit, Yakup Kadri gibi sanatçılarımız, geçen asrın sonlarındaki hikâyeleriyle türün edebiyatımızda seviye kazanmasını sağlamışlardır. Sait Faik Abasıyanık’ın Hikayeciliği ve Türk Hikayeciliğindeki Yeri

Cumhuriyet dönemine geldiğimizde, toplumun geçirmiş olduğu sıkıntılı zamanlar, edebiyat zevkinin değişmesi, her gün binlerce hikaye edilmeye uygun vakaların yaşanıyor oluşu sanatçıları okuyucuya cazip gelecek yeni konular aramaya yöneltmiştir. Böyle bir ortamın sanatçısı olan Sait Faik de hikayelerinde işleyeceği konuları gözlem metoduyla seçerek onları kendi anlayışına göre düzenlemiştir.

Sait Faik, hikâye yazmadan önce, hikâyesini yazacağı insanların hayatını tanımaya çalışmıştır. 1949’da bir mülâkatta buna işaret eder: “…Cemiyetimizde ahlâk telakkileri değişiyor. Bugün “eskiler” diye adlandırılan yaşlı muharrirler, hayata, cemiyete yukardan bakıyorlardı. Halâ da öyledirler. Hayata karışmıyorlar, yalnız tepeden seslenerek cemiyeti düzeltmek sevdasındalar. Bize gelince: Cemiyeti düzeltmek hususunda hiç bir iddiamız yok. Biz cemiyette, insanlarımızla birlikte aynı hayatı yaşamak istiyoruz.”

Sait Faik için sık kullanılan bir tanımlama bir hikâyeciden çok bir şairin ruhsal yapısına sahip olduğudur. Onun için Peyami Safa: “Sait bütün istek ve iddialarına rağmen bir şarklı idi, şairdi ve aristokrattı. Bunun için halka inemedi. Bir milletin, hatta bir sınıfın değil, bohem ve artist bir çevrenin sevdiği adam olarak kaldı, demektedir. Ancak şair mizaçlı ve şarklı olması hikâyeci için bir kusur değildir. Kendisi de hikâye gibi şiir yerine şiir gibi hikâye yazmayı tercih etmiştir. Ancak, Peyami Safa’nın halka inemedi tezi, Sait Faik’in bu konudaki çabalarına uymamaktadır. Ölümünden birkaç ay evvel gittiği Bursa’dan dönüşünde neşeli olmasının sebebini soran annesine: “Anne, beni kasketle görünce herkes usta diye çağırdı… Çok hoşuma gitti… diyen bir insanın halka inememesi söz konusu olamaz. Hikâyelerinin kahramanları, hayatlarını tanıdığı ve onlar gibi yaşadığı kimseler olmuştur. Sait Faik Abasıyanık Hikayeciliği

[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=0bG34m84_CA&width=500&height=281[/embedyt] Sait Faik Abasıyanık – Sivriada Geceleri (Sesli Hikaye)

Hikâye yazmaya lisede onuncu sınıftayken edebiyat öğretmeninin vermiş olduğu bir ödevle sayesinde başlayan Sait Faik, birtakım aşamalardan geçtikten sonra kendi özgün tarzını yakalayabilmiştir. Başlarda gözlemleyen ve tasvir eden bir sanatçı profili çizen yazar, hikayelerinde anlattığı olayları kendi gözlemlediklerine göre tasvir ederek gerçekçi bir olay örgüsü oluşturmayı hedeflemiştir. Duygu, bu gözlemci sanatçının hemen her hikâyesinin içinde yer almaktadır. Örneğin “İpekli Mendil”de olayı duygusal bir sebebe bağlar ve hikâyede gerilimi olayda bir duygu atmosferi oluşturmak yoluyla temin eder.  Bu dönemde Sait Faik’in kahramanları geneli yansıtan insanlardır ve toplumdaki benzerleri arasından seçilmişlerdir. Sait Faik Abasıyanık’ın Hikayeciliği

Bu özellikleriyle o, bir yandan Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri gibi hikâye sanatının ustalarına benzerken bir yandan da “toplumun alt katlarından„ insanlar seçtiği için sosyal gerçekçi akımda yer almıştır.  Ancak kahramanlarını “küçük insanlardan„ seçmek yazarı toplumcu-gerçekçiliğe bağlamak için yeterli bir sebep değildir. Sait Faik, küçük insanın ekmek kavgasına yönelik ideolojik sanat anlayışının dışında kalmış, kavgasız ve hayatından şikâyet etmeyen küçük insanın hayata bakışını vermek istemiştir. Küçük insanın pek de bilinmeyen yanlarını diğer insanlara gösteren ve bunun bir akım haline gelmesini sağlayan yazar Sait Faik Abasıyanık’tır.

Sait Faik, Semaver adlı eserindeki öykülerinde var olan geleneği devam ettirirken. Sarnıç adlı eseriyle var olan anlayıştan sapmaya başlar. Bu şekilde yazar,  kendi hayatını sanatına aksettirmeye bir adım atmış olur. Böylece yalnızca insanın dışına değil, içine de yani duygularına ve hayallerine de ulaşmak için çabalar. Kahramanlarını yine küçük insanlardan seçerken artık içe yönelir, bilinçaltına inmeye çalışır ve bu insanlara bireyin küçük dünyasındaki olayların sebeplerini açığa çıkarmak amacıyla yaklaşır. Olayların yerini duygular,düşünceler ve hayâller alır. Temel felsefesi insana sevgiyle yaklaşmak olan Sait Faik, insanların kendi dünyalarına sızmaya, onları bulundukları ortamlarda tanımaya çalışmış ve bu yüzden çok gezmiştir. Peyami Safa, Sarnıç’ın yayınlanması sebebiyle yazdığı bir makalede bu kitabın “Sait Faik’in ismini yoksul edebiyat tarihimizde ebedileştirmeye yetecek büyük kıymetlerle dolu„ olduğunu belirtir.

Sarnıç’taki bazı hikâyelerde karşımıza çıkan olayı ikinci plâna atma çabası Şahmerdan’da da devam ederken Lüzümsuz Adam’la beraber Sait Faik “yeni hikâyeye yönelir. 1940’lı yıllarda yazdığı hikâyelerle birlikte, kendine has bir çizgi tutturma isteğinin hayatındaki gelişmelerle güçlenmesiyle ortaya çıkan bu yeni tarz iyice açığa çıkar. Hayâl ve hatıralarda yaşama şeklinde olan bu tarz Sait Faik’in ikinci dönemini oluşturur. Sanatçı, hayatta karşılaştığı olay ve insanları kendi iç dünyasında değerlendirir ve yeniden yaşar.

Olay örgüsünün içinde “ben” ve “ben”e ait ruh halleri vardır. Yazar, “ben”i olay örgüsünün dışında tutmaz. Bütün yönleriyle tanımadığı insanları anlatmaya yeltenmediği gibi, kendisinin bilmediği heyecanlardan, tatmadığı duygulardan da söz etmez. Bütün yazılarında kendini anlatır gibi bir eda varsa eğer, bu, herhalde sadece kendi bildiğini, kendi duyduğunu, kendi hayâl ettiğini anlatmak istemesinden…„ kaynaklanmaktadır. Onun eserlerinde var olan kişilerin belirgin olan özellikleri hayâl gücüne sahip olmaları ve geçmişte yaşıyor oluşlarıdır. Fakat bu kişilerin hayal ettikleri şey maddi zenginlik değil, iyinin ve güzel olanın hüküm sürdüğü, insanların mutlu oldukları bir dünyadır. Zaten Sait Faik’in hikâyelerinde kötülüklerin olmadığı bir toplumda küçük şeylerle de mutlu olabilen insanlar vardır.

Sanatçının “küçük insan”ları seçmesinin nedeni de bu anlayışı o insanlarda bulmasıdır. Eserlerinde az sayıda da olsa anlattığı zengin kişiler yalnızca küçük sebeplerle de mutluluğu yakalayabilen kişilerle tezat oluşturmaları için var olmuşlardır. Ancak bu küçük insanlar Sait Faik’in kendisi gibi, genelde hayal aleminde gezmeyi bırakamadıklarından, çevreye uyum sağlamakta zorlanmışlardır. Gerçeklerden kaçmak ve çevrelerine ilgisiz kalmak ve uyum sorunu onun kişilerinin genel özellikleridir. Burada söylenilen özelliklerden de anlaşıldığı üzere esasında Sait Faik ile onun kişileri  arasında ayrım yapmak zordur, çünkü onun kişileri esasında kendisinin eserlerine yansımış halidir.

Sait Faik, 1948 yılından itibaren geleneksel hikâyeden iyiden iyiye kopmuş, “özgün hikâye” denilebilecek bir yolu tercih etmiştir. Başkalarının etkisinde kalmadan yazma eğilimi, geçmişi yeniden yaşama, çevresindeki olayları hayâllere dönüştürme ve gerçeğin sınırlarını zorlama, onu gerçeküstü bir anlatıma yöneltmiştir. Küçük insanın dünyasını kendine has bir tarzla yorumlar ve içgüdüleri, bilinçaltını, hayâlleri ve duyguları yansıtmaya çalışır. İnsanlar alışılmışın dışında davranışlar göstermekte eşyalar, gerçeküstü  şekil ve renklere sahip olabilmektedirler. Sait Faik Abasıyanık Hikayeciliği

Sait Faik’in son dönemi Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabıyla beraber sürrealizme geçişidir. Ancak sürrealizmin bütün özelliklerini onda bulamayız. “Sait Faik, sürrealizme, içe tepilmiş isteklerini düşsel bir dünyada gerçek göreme isteğinin verdiği dayanılmaz, ama o ölçüde olağan bir tutkuyla düpedüz, kendiliğinden kayıvermiştir.„

Sanatçı, “tasvirci-gözlemci„ bir anlayışla başladığı yazı hayatında belli bir süre gerçekçi ve geleneğe bağlı hikâyeler yazdıktan sonra gözlemi olayları içinde değerlendirmek için bir araç olarak kullanmış ve dışardaki olayları kişisel bir biçimde yorumlamıştır. Böylece “tasvirci-gözlemci„ anlayıştan “tahlilci-gözlemci„liğe geçmiştir. Sürrealizme yöneldiği son dönemde bile hikâyenin başka yönlerine kolayca kayabilen bir yapı göstermiştir. Bütün bu özellikler onun kimseyi taklit etmeyen bağımsız hikâye anlayışının sonuçları olarak karşımıza çıkmaktadır. Sait Faik Abasıyanık Hikayeciliği

Sait Faik hikâyeleri işlenen konular açısından da zengindir. Onun hikâyelerinde monotonluk ve tek tiplik olmadığı gibi belirli konularda da takılı kalmamıştır. Olcay Önertoy’a göre onun hikâyeleri insan ve toplum, insan ve tabiat, psikolojik konular olmak üzere üç grupta toplanabilir.

İnsanı anlamak ve anlatmak Sait Faik’in temel derdidir. Edebiyatımızdaa bir kısım yazarlar toplumun sorunlarıyla ilgilenirken o, bireyin iç dünyasını inceleyen grupta yer almıştır. İnsan, yaşama biçimi, hayâlleri, korkuları ve mutluluklarıyla onun hikâyelerinin baş kahramanıdır. Sair Faik kendinden önceki büyük ölçüde toplum meselelerini inceleyen yazarları “tepeden seselenerek cemiyeti düzeltmek„ tutumlarından dolayı eleştiri. Kendisi ise sadeca “insanlarımızla birlikte, aynı hayatı yaşamak„ arzusundadır. Toplum onun için sadece insanı anlatmak için kullandığı bir dekordur.

Sait Faik’in insana yaklaşımı sevgiyledir. Küçük insanları sevdiği için hayatlarını tanımaya ve iç dünyalarını çözmeye çalışır. Kibar çevreyi sevmeyen yazar, yaşamanın zevkini küçük insanların arasında bulur. Yazarı onlara yönelten önemli sebeplerden biri de doğallıklarıdır. Sait Faik, aynı zamanda evrensel bir sevgiye sahip bir insandır. Dil, din ve millet farkı gözetmeden hikâyelerinde her insana sevgiyle yaklaşmıştır.

Hikâyeciliğimizin gelişme çizgisinde Sait Faik’in payı önemlidir. 1950-1960 yılları arasında toplumcu hikaye ve bireysel hikaye şeklinde iki yönden ilerleyen Türk hikâyesinde Sait Faik’in hikayesi, ince bir anlatım işçiliğine sahip, şekil kaygılarından uzakta olan ikinci tarz hikayecilerin öncüsüdür. Bu yönüyle o Türk edebiyat tarihinde önemli bir konumdadır.

Sait Faik Abasıyanık, Garipçiler adı verilen Orhan Veli ve üç arkadaşının şiirde yenilik yaptığı yıllarda, onların şiirde yaptıklarına benzer şekilde hikâyenin serim, düğüm, çözüm gibi geleneksel bölümlerini hiçe sayarak hikayeyi özgürleştirmiştir. Zamanla Sait Faik tarzı ismini alacak olan bu yeni tarz hikaye bazen denemeye, bazen şiire benzeyen, genellikle de hiçbir şeye benzetilemeyecek özgünlükte bir hikayedir. Sait Faik Abasıyanık, hikayecilik hayatı boyunca, Batıdan ya da Doğudan hiçbir edebi hareketten etkilenmemiştir. Ayrıca o, kendinden önceki hikayecilerin de etkisi altında kalmamış ancak kendisinden sonraki birçok hikayeciyi etkilemiştir. Yazar, hikayemizdeki bu inkılabı yalnız başına yapmıştır. Onun bu başarısını Fethi Naci: “bireysel yetenek” ve “yaratıcı güç” sözleriyle açıklamıştır.

Sait Faik Abasıyanık’ın hikayeciliğimizdeki başka bir inkılabı da ise özgün bir öykü dili oluşturmasıdır. Yazar, ilk dönemlerindeki hikâyelerinde alıştığımız kitabi cümleler kullanıyorken, kendi tarzını yakaladığı ikinci dönem hikayelerinde günlük konuşma dilinden, halkın arasında kullanılan argodan yararlanır. Bunda dolayıdır ki bu dönem hikayelerinde devrik cümlelerin arttığı görülür. Abasıyanık, halk diliyle oluşturduğu bu yeni hikâye dilini kullanarak yazdığı hikâyeleriyle anlatım tekniğini geliştirmiş, dilini tekdüzelikten kurtarmıştır.

Sonuç olarak, modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden sayılan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle Türk edebiyatının en önemli sanatçılarındandır.

Sait Faik Abasıyanık Hikayeciliğinde Şehir ve Şehir İnsanları

Sait Faik’in öykülerini okurken, onun, belli bir coğrafya içinde kaldığını görürüz. Ancak o her ne kadar Adapazarı, Bursa ve Grenoble’nin insanlarını da yansıttıysa da onun öykülerinin, yazılarının ve röportajlarının asıl çevresi İstanbul ve Burgazada’dır. İstanbul, birçok yöreleri ve çok çeşitli insanları ile gözlemlerini besleyen büyük bir kaynaktır. Öykülerinin ve yazılarının büyük çoğunluğu bu kaynağa dayanır.

Onun ilk dönem öykülerinden oluşan 1936 tarihli Semaver’deki on dört öyküden dördü İstanbul’da, üçü ise İstanbul’un bir parçası olan adada geçmektedir. Bu rakam toplam öykülerin yarısını oluşturmaktadır. Ancak Sait Faik’in ilerleyen yıllarda yazdığı öykülerde bu oran giderek büyüyecektir. 1950 yılında basılan “Mahalle Kahvesi”ne bakacak olursak şehirle ilgili olan veya en azından şehirde geçen öykülerin sayısının iyice arttığını görebiliriz . Mahalle Kahvesi’ndeki yirmi üç hikayenin on üç tanesi şehirde, dokuz tanesi de adada geçmektedir; yani sadece bir öyküde farklı bir mekan seçilmiştir.

Sait Faik, sürrealizme yöneldiği son dönem öykülerinde bile “Şehri Unutan Adam” olmamıştır. “Semaver” adlı öyküyle başlayan İstanbul ve insanı ölümüne kadar sürüp gitmiştir. Sait Faik’in basılan yüz kırk yedi hikâyesinin yüz on bir tanesi İstanbul hikâyesidir (Atmış üçü kentte, kırksekizi Burgazada’da). Bu da tüm hikâyelerinin %76’sını oluşturur. Elbette bu istatistiki bilgiler Sait Faik ile İstanbul arasındaki ilişkiyi açıklamaya yetmez. Onunla, adeta bir birey olarak gördüğü İstanbul arasındaki bağı çözebilmek için hikâyelerini daha derinlemesine incelememiz gerekir.

Edebiyatımızda şehirle ve İstanbul’la ilgili eserleri olan birçok yazar vardır.  Ancak bunların çoğu İstanbul’un doğal güzellikleri, tarihi yapıları gibi şehrin kendisine ait olan özelliklerini çok iyi bilir ve bunlarla ilgilidir. Sait Faik’in de İstanbul’u çok iyi tanıdığı ve sevdiği su götürmez bir gerçektir. Çünkü “dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak [isteyen]” Sait Faik, “her gün İstanbul kazan [o] kepçe [dolaşır]”. Ona göre şehir “umutların, tesadüflerin, tehlikelerin, gürültülerin içinde her zaman [elinin] altında bulunan bir sergüzeşt tombalasıdır”. Birtakım İnsanlar’da gördüğümüz gibi gece hayatının da içinde yer almakta ve bilmektedir.

İstanbul’u öyle iyi tanır ki hiç gidemediği Kınalıada’nın küçük kaplamaları kesilmiş simsiyah evlerini bile canlandırabilir gözünde. İstanbul’un mevsimini ilçelere ve yörelere göre anlatabilir. : “Kış, Haliç etrafında, İstanbul’dakinden daha sert, daha sisli olur.” Ancak ona göre bir şehri yıllarca otursanız da tamamen tanımanız mümkün değildir. “Ne görülmedik insanları, ne görülmedik sokakları, her fün önünden dört-beş defa geçtiğimiz halde iyice göremediğimiz binaları vardır.”

Sait Faik, şehri tanıma yönünden benzeşse de, tam bu noktada diğer yazarlardan ayrılır. O, şehrin kendisiyle değil insanlarıyla ilgilidir daha çok. Gözü şehrin doğal güzelliklerini pek görmez, her zaman kendi içinde değerlendirerek baktığı şehrin “küçük insan”larında görür güzelliği. Şehrin birçok insanda sıkıntı doğurabilecek karmaşası, keşmekeşi onda mutluluk uyandırır. “Kalabalık bir caddenin oldukça sevimsiz bir kahvesine akşamları [çıkar], camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturur [kalır]. Sıkılmıyor [mu] ? Aksine müthiş [eğleniyor].”

İstanbul, birçok din, ırk, millet ve tabakadan insanı barındıran kozmopolit bir şehirdir. Sait Faik’te din, ırk ve millet ayrımı yoktur. Hikâyelerinde Burgazada’daki Rumlardan çingenelere kadar birçok farklı insana yer verir. Ancak o şehrin üst tabakasından daha çok şehrin bütün o koşuşturması içinde kaybolan, çoğu zaman maddi açıdan güçsüz insanları anlatmıştır.

Bu insanlar ilk bakışta basit, pek de önemli özellikleri olmayan insanlar olarak görülebilirler. Ancak Sait Faik, insanları her zaman iç dünyalarına göre değerlendirir ve  kendi iç dünyasının süzgecinden geçirerek bunları okuyucuya yansıtır. Maddi açıdan zayıf olan bu insanlar da çoğu zaman çok zengin bir iç dünyaya sahiptirler. “…Biz, Ali, Mehmet, Haasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.” Birtakım İnsanlar’daki karakterler, Semaver’deki Ali, Hallaç Baba bunlara örnektir.

Sait Faik, bu insanlara büyük bir sevgiyle yaklaşmaktadır. Onu “bir mıknatıs hızıyla kendine çeken” “insanları sevebilmek arzusuyla sokağa [çıkar]” çoğu zaman. 78 yaşında, işi pamuk şilteler attırmak olan Hallaç Baba’ya, “bir cüzzamlı haleti ruhiyesiyle” insanlara sürünmemeye çalışan uyuzlu bir çocuğu sever, kucaklamak ister.

Sait Faik, insanları inceleme ve tahlil etmede değişik bir yol izler. İnsan asla sadece insan değildir ona göre. Bir insanı enine boyuna inceleyip bazı sonuçlara vardıktan sonra bunu önce kendi süzgecinden geçirir, kendisiyle özdeşleştirir. O, insanları zaman zaman şehirle de özdeşleştirir. İnsanlara şehirle olan ilişkileri çerçevesinden bakar. Şehrin insana ve insanın şehre etkileri üstünde durur. (“Sonra sesler, Halıcıoğlu’ndaki  askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve büyün Haliç’i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü.”) Şehir insanda, insan da şehrin “ruhunda” yaşar adeta.

Şehrin mevsimi bile insanların ruh halinde, yaşamlarında etkiler yapar. Kışı İstanbul’dan daha soğuk olan haliçte “yün eldivenlerinin içinde saklı kıymettar elleri sahlep fincanını kucaklayan,  burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı, pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen fakir mektep talebeleri, kocaman fabrika duvarına sırtını verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş sahlepten yudum yudum içerlerdi.

Sait Faik, aslında karşısındaki her insanın içinde kendini yaşamaktadır. Bu yüzden anlattığı insanlarla şehir arasındaki bağ, Sait Faik’le şehir arasındaki bağdır. Şehir de aslında Sait Faik’in ta kendisidir. Fethi Naci bu konuda şu yorumu yapmaktadır: “Sait Faik, hikâyelerinde İstanbul’u yansıtırken kendi ruhsal durumunu da yansıtır; doğa ve kent sadece seyredilen varlıklar değildir Sait Faik için, bir parçasıdır sanki bunlar Sait Faik’in, Sait Faik’teki değişimle birlikte kent ve doğa da değişir bu hikâyelerde.”

Sait Faik’in şehre ve insanlara nasıl baktığı, hangi tür insanlara nasıl yaklaşıp bunları nasıl anlattığı sorularını cevaplamaya çalıştıktan sonra, yazımın bundan sonraki bölümünde sözü büyük usta Sait Faik’e bırakıyorum. Sanıyorum en doğrusu onun insanlarını bizzat onun yazdıklarından okumak.

 Ali (Semaver): …>uzun boyu, geniş vücudu ve çok genç çehresiyle…>Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Sabahleyin Ali’nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen sahlep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü onda arzular uyandırır, arzular söndürürdü. Demek ki Ali’miz biraz şairce idi…

Stelyanos Hrisopulos (Stelyanos Hrisopulos Gemisi): …>en şayanı dikkat yeri, boynu idi. Hiç kimsenin boynu, bir balıkçının kafasıyla vücudu arasında yükselen bu garip sütun kadar sert, dik, kararmış, adeta nasırı ve sinirli olamaz…Onun için kimse, üç yavrusunu kaybetmiş bir insan diyemezdi. Bu gülen yüz en bahtiyar insanların yüzüydü. Belki bir hile düşünen hilekâr da böyle gülerdi…Stelyanos, Trifon’u düşünürken kimse gelip onu rahatsız etmemeliydi.

Uyuzlu (Uyuz Hastalığı Arkasından Hayâl): Uyuzluya, bir sinemanın kapısında rastladım. Ayakları çıplaktı. Büyük, sarı elâ gözleri, aslında beyaz olduğu halde yer yer morarmış bir derinin içinden, baharda badem ağacı güzelliğiyle bakıyordu. Bu çocuğu nerden tanıyorum? Bilmem…Belki de hiçbir yerden…Sokakta böyle çocuklar yüzlerce; bir iki değil…Bu çocuklar bir gün kaybolurlar. Sait Faik Abasıyanık Hikayeciliği

Hallaç Baba (Hallaç): …>Kısa boyluydu. Ayağında lacivert Karamürsel kumaşı bir potur vardı. Ceketini sırtına atmıştı. Sarı zeminli, küçük küçük kırmızı çiçekli gömleğinin yalnız boğazına tesadüf eden düğmesi ilikli, ötekiler açıktı. Aradan beyaz kıllı kırmızı göğsü gözüküyordu. Yanımdan geçerken öyle iki açık mavi göz gördüm ki, içim sevinç içinde kaldı. Şu dünyada daha tertemiz mavi gözlü bir Hallaç Baba vardı. Belki yetmişini aşmıştı. Çevik bir yürüyüşle yürüyor, geniş kocaman tırnaklı elleriyle hâlâ tokmak sallıyodu. Hâlâ dünyadan ümitliydi…>Akşam olacak, Hallaç Baba saçlarında pamuk kırıntıları, üstünde yün kokusu vapura binecek. Kasımpaşa’daki evine dönecek.

Vanlı İhtiyar (Bilmem Neden Böyle Yapıyorum?)…>Ben tam kahveden çıkarken bir ihtiyar içeri girer. Zayıf mı zayıftır…Hep aynı sakal. Nasıl yapıyor, nasıl ediyorda bu sakal büyümüyor, bir kararda kalıyor….>Kahvenin camı kenarındaki masaya oturur, gümüş çerçeveli gözlüğünü takar, gazete okurdu…>Yaşı, elli ile seksen arasındaydı. Elli derse inanırdınız ama, çok çökmüş, vaktinden evvel ihtiyarlamış derdiniz. Seksen derse, maşallah! Hiç de göstermiyorsunuz, deyip şaşar gibi yapmaktan başka çare yoktur. …Ona hiçbir iş konduramadım. Komisyoncu dedim,  hamal kâhyası dedim, gece bekçisi dedim, hiçbirisi tıpatıp uymadı. Sonunda bir iş buldum ona. Baktım iyi bir terzi elinden çıkmış bir elbise gibi oturuverdi. Bu bir eski mutasarrıftı.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir