Sait Faik Abasıyanık’ın Hayatı

sait faik abasıyanık hayatı yaşam hikayesi biyografisi
edebiyat akademi youtube kanalı

sait faik abasıyanık hayatı yaşam hikayesi biyografisiA. Sait Faik’in Yaşamı

a)Aile Çevresi

Bu yazımızda sizlere Sait Faik Abasıyanık’ın hayatı hakkında detaylı bilgiler vermeye çalıştık.

Sait Faik, gerek baba ve gerekse anne tarafı itibariyle Adapazar’lı bir aileye mensuptur. Ailelerin bir başka yöreden buraya yerleştiklerine dair bilgi bulunmamakta, her iki ailenin de Adapazarı’nın yerlisi olduğu tahmin edilmektedir.

Baba tarafından soyu Mehmed’e dayanmaktadır. Mehmed, Sait Faik’in dedesi Seyyid’in babasıdır. “Abasızlar”, aileye halk arasında verilmiş bir lâkap olarak gelmektedir. Mehmed, takayla İzmit taraflarından geçerken üzerindeki aba suya düşmüş, bunun üzerine yanında bulunan arkadaşları ona “Abasız” demişler, daha sonra halk arasında bu isim yaygınlaşmış ve böylece Mehmed’in çocukları “Abasızzâdeler” lâkabıyla tanınır olmuşlardır. Sait Faik Abasıyanıkın Hayatı

Sait Faik Abasıyanık’ın Türk Hikayeciliği İçindeki Yeri

Mehmed’in iki oğlundan küçüğü olan Seyyid’in Mehmet Faik ve Ahmet Faik adlarında iki oğlu ve Fatma adında bir kızı vardır. Seyyid’in üç çocuğundan en büyüğüan olan Mehmet Faik, Sait Faik’in babasıdır. Onun tahrikat kâtipliği ve belediye başkanlığı gibi görevler yapmasına dayanarak, belli bir eğitim aldığı söylenebilir. 1913’te tahrikat kâtipliği görevinden ayrılıp ticarete başlayan Mehmet Faik 1920’de Yunan işgali sebebiyle şehri terk etmesinin ardından 1922’de ailenin diğer üyeleriyle beraber tekrar Adapazarı’na yerleşir. Sait Faik Abasıyanık  kimdir

Ticarette başarı sağlayan Mehmet Faik aynı zamanda şehrin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde görev almış, çalışmalarından dolayı kendisine İstiklâl madalyası verilmiştir. Muhitinde saygın ve etkin bir yere sahip olan Mehmet Faik, ticaretini 1926’da eşi ve oğlu ile beraber naklettiği İstanbul’da da sürdürür. Ailenin Adapazarı’yla ilişkisi devam eder. Mehmet Faik, İstanbul’a taşındıktan yaklaşık on yıl sonra Osmanbey’deki İkbal Apartmanı’nı, bundan iki yıl sonra da Burgazada’da şimdi “Sait Faik Abasıyanık Müzesi” olan yazlığı satın alır. Mehmet Faik, 1938’de Burgazada’daki bu evde hastalanır ve bu hastalıktan kurtulamayarak 29 Ekim 1938’de ölür. Sait Faik Abasıyanık  kimdir

Sait Faik’in annesi Makbûle Hanım, kasabanın ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey’in kızıdır. Hacı Rıza, Adapazarı civarında geniş toprakları olan biridir. Bu arazinin bir bölümü Hacı Rıza Bey’in ölümünden sonra Makbûle Hanım’a geçmiştir. Aile, soyadı kanundan sonra “Hızal” soyadını almıştır. Sait Faik Abasıyanıkın Hayatı

1913-1916 tarihleri arasında Makbûle Hanım, kocasından ayrı yaşamıştır. Bu dönemde Sait Faik Abasıyanık babasının yanında kalmış ,annesini sadece haftada bir kere görebilmiştir. Bu tarih aynı zamanda Sait Faik’in okula başladığı yıldır. Sait’in çocuk ruhunda bu yalnızlığın izleri daha sonraki senelerde görülecektir. Üç buçuk yıl sonra aile büyüklerinin araya girmeleriyle Makbûle Hanım kocasının yanına döner. Bundan sonra anne-oğul arasındaki yakınlığın güçlenerek devam ettiğini görürüz. 1938’de Mehmet Faik’in ölümünden sonra Sait Faik ile Makbûle Hanım beraber otururlar. Sait Faik Abasıyanıkın Hayatı

Makbûle Hanım’ın iki önemli vasfı vardır. Birincisi, otoriterdir. Bütün işlerin kendi irâdesine uygun olarak düzenlenmesini ister. İkincisi olayları tasvir gücüne ve aynı konuyu değişik açılardan değerlendirme kabiliyetine sahiptir. Birincisiyle, hayatı boyunca oğluna hükmeden, ona hiçbir sorumluluk vermeyen annenin ikinci vasfı, Sait Faik’in sanatkâr kişiliğine yansımıştır; diyebiliriz. Sait Faik Abasıyanık  kimdir

Makbûle Hanım, kocasının ölümünden sonra hikâye yazmayı bir iş olarak seçen oğlunun cep harçlığını ve evin işleyişini üstlenir. Sait Faik’in ölümünden sonra, bu güçlü ve otoriter kadın hayatının en büyük sarsıntısını geçirir. O, Sait Faik’in hikâye yazmasına zaman zaman karşı çıksa da, onun bir sanatçı olduğunun farkındadır. Bu yüzden yazdığı vasiyetnamede gayri menkullerini Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlarken Burgazada’daki evinin de “Sait Faik Abasıyanık Müzesi” olarak düzenlenmesini şart koşar.

Artık yalnız ve hasta olan anne, bundan sonraki yaşamında Burgazada’dan ayrılmaz ve 22 Ocak 1963 tarihinde hayata veda eder. Sait Faik Abasıyanıkın Hayatı

b)Sait Faik Abasıyanık’ın Doğumu ve Çocukluğu

Sait Faik Abasıyanık bazı kaynaklara göre 18 Kasım, bazı kaynaklara göre 23 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya gelmiştir. Nüfus cüzdanında doğum tarihi sadece yıl olarak belirtildiği için bu konuda kesin bir bilgi verilememektedir. Ancak doğum gününün tüm kaynaklarda Ramazan Bayramı’nın ilk günü olarak belirtilmesinden hareketle doğum tarihinin 18 Kasım 1906 olduğu söylenebilir. Nüfusa Mehmet Sait olarak kaydedilmiş, daha sonra babasının ve amcasının göbek adının eklenmesiyle ailede ve yörede Sait Faik olarak tanınmıştır. Sait Faik Abasıyanık’ın Hayatı

Sait Faik’in çocukluğu Adapazarı ve Karamürsel’de geçmiştir. Dedesi Seyyid’le aralarındaki yakınlık ve sevgi yazarın unutamadığı güzel anıları olarak hikâyelerine kadar girmiştir. “Orman ve Ev” ve “Sarnıç” hikâyelerinde çocukluğun geçtiği ev, eve gelmesi beklenilen dede figürleri o günlere ait hatıralar olarak hikâye kahramanlarında yeniden yaşatılmıştır. Sait Faik Abasıyanıkın Hayatı

Sabri Esat Siyavuşgil, “Sait Faik’in on altı yaşına kadar Adapazarı’nda geçen hayatı, bizler için bir muamma olmakta devam edecek” diyerek yazarın çocukluk yıllarının en az bilinen tarafı olduğuna işaret eder. Sait Faik’in amca oğlunun hayatının bu karanlık dönemine ait aydınlatıcı bilgilerine göre Sait Faik, yaramaz, haşarı, arkadaşlarıyla devamlı çatışan, kavgacı bir çocuktu. Küçük Sait’in haşarı bir çocuk oluşu, refah seviyesi ve gelir düzeyi üst düzeyde bulunan bir ailenin tek çocuğu olmasına bağlanabilir. Ancak, sert mizaçlı bir baba ve otoriter bir anne arasında kalan, üstüne üstlük anne ve baba arasındaki üç buçuk yıllık bir ayrılığa katlanmak zorunda kalan bir çocuğun ruhsal tepkileri olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Sait Faik Abasıyanık  kimdir

Yazarın hayatı boyunca önemli bir yeri olan denizle ilk yakınlığı çocukluk günlerinde başlar. Mehmet Faik Bey, tahrikat kâtibi olarak gittiği Karamürsel’de bulunduğu yıllarda deniz kıyısına yakın bir evde otururlar. Sait Faik’le annesi arasında denize girmesi konusunda sürekli tartışmalar olur. 1913’te aile Karamürsel’den ayrılıp Adapazarı’na döndüğünde Sait Faik’in de eğitim-öğretim dönemi gelmiştir.

Sait Faik Abasıyanık’ın Hikayeciliği

c) Sait Faik Abasıyanık’ın Öğrenimi

Sait Faik Abasıyanık öğrenimine 1913’te Adapazarı’ndaki Rehber-i Terakki denilen okulda başlar. Burası yabancı dilde eğitim veren bir özel okuldur. Bu okulu bitirdikten sonra Adapazarı İdadisi’ne devam eder. Fakat yaşadığı yeri  Yunanlılar işgal edince Sait Faik’in eğitimi yarıda kalır. İşgalden sonra tekrar Adapazarı’na dönülünce yarım kalan idadi eğitimine tekrar başlar. Sait Faik Abasıyanık  kimdir

Mehmet Faik Bey, savaştan sonra 1924’te işini İstanbul’a nakledip ailesiyle birlikte buraya taşınınca Sait Faik de 1925’te İstanbul Sultanîsi’ne (şimdiki İstanbul Lisesi) yazılır. Okulu, ders çalışmayı, sınava girmeyi pek de sevdiği söylenemez. Onuncu sınıftayken Arapça öğretmeninin minderine iğne konulması üzerine çeşitli liselere sürgün edilen 41 öğrencinin arasında Sait Faik de vardır. Onun payına Bursa Erkek Lisesi düşer. 1925 yılında gittiği Bursa Erkek Lisesi’ni yatılı okuyarak ancak 1928 yılında bitirebilir. Lise eğitimindeki aksaklıklara ferdî isteksizliğini de ilave edersek, parlak bir öğrenim dönemi geçirmediği söylenebilir. Bütün derslere ilgisizliğine karşın, edebiyata ilgi duymuş, ilk hikâye denemelerine Bursa Lisesi’nde başlamıştır. İpekli Mendil ve Zemberek adlı hikâyeler bu dönemin ürünleridir.

Liseyi bitirip İstanbul’a döndüğü zaman, edebiyata olan ilgisi ve “yazma sanatının öğretildiği” yer olarak düşündüğü için Darülfünun(Edebiyat Fakültesi) Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kayıt yaptırır. Ancak iki yıl burada eğitim gördükten sonra istediğinin bu olmadığını ve başka bir “şey” yapması gerektiğini hissettiği için “kendisine burada Uygurca öğretildiğini söyleyerek”  buradan ayrılır. Sait Faik Abasıyanık  kimdir

Yarım kalan öğrenimini tamamlamak için Sait Faik 1930 yılında yurt dışına gider. Onun, babasının isteğine uyarak Lozan’a iktisat öğrenimini görmek için gittiği şeklindeki yorumlara katılmayan amcası oğlu Mustafa Reşit Abasıyanık, önce Grenoble’a gittiğini, Champollion Lisesi’nde Fransızca’sını geliştirdiğini, daha sonra aynı şehirde Edebiyat Fakültesi’ne kaydolduğunu ve dört sömestr dersleri takip etmesine rağmen okulu bitiremediğini söylemektedir. Bu yurtdışı deneyimi, Sait Faik’in sanatçı ve avare kişiliğinin oluşumunda derin izler bırakmıştır.

1930’da başlayan yurt dışı eğitimi, oğlunun okumasından umudu kesen Mehmet Faik Bey’in 1933’te onu geri çağırmasıyla diploma alınmadan noktalanır. Artık Sait Faik için eğitim dönemi bitmiştir. Bundan sonra, bir iş sahibi olacağı, ya da hayatına yeni bir yön vereceği bir döneme başlayacaktır.

d) Sait Faik Abasıyanık’ın Gençlik Dönemi

Sait Faik Abasıyanık gençlik çağına girdiği zaman, kendini İstanbul’da bulur. Ailesiyle beraber İstanbul’a taşındığında on sekiz yaşındadır. Paralı yatılı olarak girdiği İstanbul Sultanîsi’ne devam etmeye başlar. Sınıfta dalgın,bahçede yalnız geçen günlerde çevreyi yeni yeni tanımaya başlamıştır. 1925’te Bursa’ya “sürülmesi” de hayatının bu dönemine rastlar. Sait Faik,gençlik hayatında önemli bir yer tutan okul yıllarını daha sonra hatırlamak istemez. O,okuldan daha çok çevreyle ilgileniyordu. Okul yılları insanlarla dost olmayı istediği,fakat dostluk kuramadığı yıllar olarak geçip gider.Bursa Lisesi’nden hatırladıkları edebiyat öğretmeni Mümtaz Bey ve orada kaleme aldığı “İpekli Mendil” ve “Zemberek” adlı hikâyelerinden ibarettir. Ancak,Bursa ve Bursalı çocuklar onun zihninde uzun süre yaşamıştır.

Lise öğrenimini bitirip İstanbul’a döndüğünde,Sait Faik yirmi iki yaşındadır. Aynı yıl İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırır. Lisede olduğu gibi,burada da okuldan çok çevreyle ilgi kurar. Kendisiyle yapılan bir röportajda bir soruya verdiği cevapta, “Yarı nankörlük, yarı korkaklığımdan lisenin onuncu sınıfında çakınca hiçbir şey olmamaya karar vermiş, ama neden gene onuncu sınıfı bir daha okumuştum, bilmem.” diyen yazar, başkalarının isteklerine göre değil, içinden geldiği gibi yaşar.

Okul, özellikle anne ve babasına karşı göstermelik bir bağdır. Ailenin isteklerine rağmen kendi yolunu çizmiş, hariciyeci veya iktisatçı olmayı düşünmemiş, edebiyatı tercih etmiştir. Ancak, eğitim yoluyla değil, içinden gelen sese uyan bir sanatçı kimliğiyle hareket etmiştir. Kaydolduğu Türk Dili ve Edebiyatı şubesinin dil ve edebiyat sahasında bilimsel incelemelerle meşgul olduğunu görünce kendine başka bir ufuk aramaya başlar.

Sait Faik Abasıyanık, bu dönemde sanat ve edebiyat çevreleriyle tanışmaya başlar. Bu tarihlerde oturdukları ev, fakülte ve Şehzâdebaşı kıraathaneleri aynı semttedir. Yazar, zaman zaman derslere gitse de özellikle o günün genç yazarlarının gittiği Halk kıraathanesi onun en çok görüldüğü yerdir. Sabahattin Ali’nin geceleri de kaldığı Halk kıraathanesinde Sait Faik’le nasıl tanıştığını anlatan Şerif Hulusi onu Darülfünûn’da okuduğu yıllarda bu kıraathanede görür ve ilk defa tanışacağı Sait Faik hakkında şu değerlendirmede bulunur: “İnsandan dostluğunu esirgeyen haline rağmen pek cana yakın bulmuş olacağım ki, (…)peykede yanına oturdum. Güzel kâğıt geldiği zaman, o elini belli etmek korkusuyla, gizlice bacağımı çimdikliyor, yahut da cebinden küçük bir istafilina şişesi çıkarıp bana dönerek dikiyordu.”

Günler böyle geçmekte, Sait Faik Abasıyanık dur durak bilmeden İstanbul’un her semtinde görülmektedir. Beyoğlu’na açılma, buradan değişik insanlar tanıma, hatta bir kısmına hikâye kahramanları arasında yer vereceği simalarla ilişkileri bu dönemde başlar. İstanbul’daki fakülte yıllar böylece sürüp gider. 1930’da babası tarafından Avrupa’ya gönderilir. İlk yurt dışına gidişi eğitim amacıyla olsa da kendisi bunu eğlenme ve gezme olarak düşünmüş,düşündüğü gibi de geçirmiştir. Yazarın yurt dışındaki yaşama biçimini Sabri Esat şöyle yorumlamaktadır:

“Adapazarı’nda, İstanbul’da ve Bursa’da yaşadığı dar ve monoton, belki de baskılı bir hayattan sonra, Sait kendini kıvır kıvır hareketli, her anı değişik, insanları birbirinden farklı, serbest bir ortamın içinde bulmuştur. Doyasıya hürdür, tahsil ve meslek endişelerini o dünyaya ayak basar basmaz kafasından kaldırıp atmıştır. Artık yaşanacak, görecek ve tanıyacaktır. Bir dakikasını bile boş tasalara bağlamadan, adımlarını dört açarak biraz da garipsediği bir dünyayı en kuytu, en gizli köşelerine varıncaya kadar gezip dolaşacaktır.”

Amcası Ahmet Faik’in ticaret için yurt dışına gittiği zamanlarda hikâyecimiz bu vesileyle Lozan, Paris gibi Avrupa şehirlerine gider. Bir müddet amcasıyla kaldıktan sonra Grenoble’a döner. Böylece tanımaya çalıştığı bölge biraz daha genişler. Bu arada, İstanbul-Grenoble arası yolculuklarında vapurla seyahat eder. Bu yolculuklarda her türlü insanın kaynaştığı Marsilya limanı gibi, değişik yerleri de görme imkânı bulur. Bu yıllar onun sanatçı kişiliği ve eserleri üzerinde derin etkiler bırakır. Böylece yazarın oradaki yıllarını gezip görmek ve meraklarını gidermekle geçirdiğini söyleyebiliriz.

Sait Faik Abasıyanık, 1934 başlarında İstanbul’a döner. Yarıda bıraktığı Avrupa eğitiminden sonra “bir uçurtmanın ipine takılarak başladığı yolculuğa, memlekete diplomasız dönünce de devam eder.”*

 e) Sait Faik Abasıyanık’ın Olgunluk Dönemi

Sait Faik Abasıyanık, tahsil için gittiği yurt dışından döndüğü zaman yaşı yirmi sekizdir. Grenoble’da başlayan “görme ve tanıma” merakını İstanbul’da da sürdürür. İstanbul sokaklarını arşınlaması, bu yetmeyince de bir kayığa atlayarak Marmara üzerinde genişliğine ve derinliğine dolaşması, en olmayacak saatlerde bir balıkçı kahvesinde, tava kokan dumanlı bir meyhanede veya kadınlı bir kale kovuğu içinde boy göstermesi, Grenoble’da başlayan o bitmez tükenmez keşif seyahatlerinin bir devamı olsa gerekir.

Artık bir iş sahibi olması gerekmektedir. Önce Halıcıoğlu’ndaki Ermeni Yetim Mektebinde Türkçe grup derslerini vermek üzere öğretmenliğe başlar. Bu iş ona göre değildir. Her zaman derse geç kaldığı gibi, sınıfta hakimiyeti de sağlayamaz. Altı ay kadar memuriyet yaptıktan sonra, istifasını verir.

1936 yılına gelindiğinde Mehmet Faik Bey artık bir baltaya sap olması gerektiğine inandığı   oğlunu, ticaretten anlayan bir tanıdığını da ortak ederek, Unkapanı Yağ İskelesi’nde açtığı bir dükkânda işe başlatır. Sait Faik Abasıyanık, bu işi hiç sevmez; o aradığı yaşam biçimini, yurtdışında geçirdiği yıllarda bulmuştur. Dükkânı çekip çevirmek, hesap-kitap, açıkgözlülük işiydi. O, patatesleri değil, insanları düşünüyordu. Bir yere bağlanıp kalmak onun için çok zor bir olaydır. İstediği zaman gezmek, eğlenmek onda bir tutkudur. O yıllarda ticaretten çok hikâyeyle ilgilenir. Varlık dergisine hikâyeler gönderir; dostlarından biri geldiğinde günün hangi saati olursa olsun işyerini kapatıp gezmeye çıkar. Tepki duyduğu ve karakterine uymayan bu işi uzun zaman yürütemez. Altı ay içerisinde, iflasla neticelenen ticaret safhasını da kapatır.

Bundan sonra bir yerde uzun süre kalmaksızın sürekli gezer ve hikâyeler yazar. Aynı yıl ilk kitabı “Semaver”i yayımlar. 1937 Eylül’ünde ikinci defa Avrupa seferine karar verir. Pasaportundaki meslek bölümüne, ısrarına rağmen “Yazar” kelimesini kaydettiremediği için bu yolculuktan, Marsilya’ya kadar gittikten sonra vazgeçer, on sekiz gün sonra İstanbul’a döner. Yazar olarak kabul edilmemesi, unutamadığı acı bir hatıra olarak kalır.

*:Sabri Esat Siyavuşgil,“Sait Faik’i Anlamak”(Önsöz),Semaver-Kumpanya,İstanbul, 1965,s.10

Mehmet Faik Bey’in ölümünden (1939) sonra Sait Faik Abasıyanık, yurtdışında tadına vardığı yaşam biçimini kaldığı yerden sürdürme fırsatını bulur. Gerçi bir süre Haber gazetesinde adliye muhabiri olarak çalışır ama bu tür saatli, düzenli işler ona göre değildir. Adliye muhabirliğinden hikâye-röportaj arası, tadına doyulmaz yazılarla kimi hikâyelerinde kullandığı gözlemler kalır. Artık kalabalıklarla omuz omuza, binler, on binler içinde yalnız dolaşabilir; adanın tenha yollarında yürüyebilir; tütüncüden aldığı kurşunkalemi şehvetle yontabilir, pantolonunun arka cebinden eksik etmediği sarı defterini çıkarıp “Dülger Balığı’nın Ölümü”nü, kendisi gibi patlak gözlü Panco’yu, Projektörcüyü, Barba Antimos’un namuslu seksen senesini birer birer yaşamak ve yazmak için kaleme kâğıda sarılabilirdi.

f)  Sait Faik Abasıyanık’ın Hayatının Son Dönemleri

Aslında Sait Faik’in yaşamı, renkli bir tekdüzelik içinde geçer. Bu, çalışkan fakat avare kişilik; o her şeye lâyık gördüğü insanların namussuzluklarını, sevecenliklerini, güzelliklerini, çirkinliklerini gördükçe hep tek silahı olan hikâyeye sığınır. Ne var ki, yayımladıklarından kazandığı para –her ne kadar parayı sevmiyor ve eline geçince hemen bitirip rahatlıyor olsa da- kendisini geçindirecek gibi değildir. Annesi Makbule Hanım’ın eşinden kalan mülkleri akıllıca yönetmesi sayesinde sefalete düşmeden avare yaşamını sürdürebilir. Sait Faik Detaylı Biyografi

1948’de hastalanır, siroz başlangıcı teşhisi konur. İçki yasağı konur ve sıkı bir perhize girer. Kendi deyişiyle “içme âlatı” elinden bozulmuştur. 1951’de tedavi olmak üzere Paris’e gider, çok geçmeden kaçarcasına İstanbul’a döner. Sait Faik Abasıyanık, bu yolculuk için gerekli parayı temin eden ve o sıralarda bakan olan Samet Ağaoğlu’na olayı şu şekilde anlatır: “…Gittim, o canım Paris’i göreceğim diye. Titreyen kalbimin tayyareden iner inmez garip bir lakaydi ile, hatta pişmanlıkla dolduğunu hissettim. Büyük şehri yirmi dört saat dolaştım. Her taraf bana tatsız geldi. Anladım ki, ne Paris benim bıraktığım şehirdir, ne de ben o zamanki Sait Faik’im. Daha fazla duramadım, yine tayyareye atladım ve geldim.”

1953’e kadar süren bu hasta psikolojisi ve perhiz, onu umutsuzluğa, yalnızlığa, yaşamdan soğumaya sürükler. Bu olay iç dünyası çelişkilerle dolu olan Sait Faik’i iyice uyumsuzlaştırır. Bu dönemde yazdığı hikâyelerde tamamen kendi dünyasına yönelir, dış dünyayı daha şahsi bir tarzda yorumlamaya başlar.

Ölmeden bir yıl önce,1953’te “modern edebiyata yaptığı hizmetler” dolayısıyla Amerika’daki Mark Twain Derneği’ne onur üyesi olarak seçilir. Bu üyelik bile Paris’e giderken o resmi kağıda konulan “mesleksiz ve sıfatsız” kaydığının acısını unutturamaz. Lüzumsuz bir insan olduğu şüphesini ruhuna iyiden iyiye damgalayan bu kâyıt, onun bu dünyadan yavaş yavaş ayrılırken yediği son darbe olacaktır. Ancak yine de bu üyeliği kabul eder ve olaya şu şekilde bir açıklama getirir: “Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek.

1953’te yazlarını geçirdiği Burgazada’daki köşkü bırakarak, Şişli’deki apartmana “göçer”. Bu arada perhizi bozmuş ve eski yaşamına geri dönmüştür. Yemek borusu kanaması geçirerek hastaneye kaldırılır ve 11 Mayıs 1954’te sürekli kan kaybından ölür. Ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömülür. Yağmurlu bir gündeki cenaze törenine katılan adalı dostları, balıkçılar, kundura tamircileri, manavlar vb. dünya nimetlerine o kadar bağlı, içi o kadar yaşama hırsıyla dolu olduğu halde yaklaşık kırk sekiz yaşında ölen Sait Faik’in “büyük bir adam” olduğunu, ancak o gün yapılan görkemli töreni, kalabalığı ve kalabalık arasında bulunan “büyük adamları” gördükleri zaman anlarlar. Ölümünden sonra annesi Makbule Abasıyanık, her yıl o yılın en iyi hikâye kitabına verilmek üzere Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kurdu(1955).

g) Sait Faik Abasıyanık’ın Fizikî ve Psikolojik Yapısı

Her sanatkârın eserlerinin oluşmasında ayrı sebepler bulunabilir. Aynı şekilde, her sanatçının eserlerinde karakterinin izlerini bulmak mümkündür. Her eser, sanatçının dışında var olsa da, onun izlerini taşır. Hele bir sanatçı, Sait Faik Abasıyanık gibi, eseriyle kişiliği arasındaki ilişkiyi hissettirecek ölçüde bir özellik taşıyorsa, arada bir bağın kurulması daha da önem kazanmaktadır.

Sait Faik, hayatının bütün dönemlerinde çevresiyle uyuşmazlık gösteren bir yapıya sahiptir. Bu uyuşmazlığın temel sebepleri psikolojik olmakla beraber fizikî yapısının da bunda etkisi vardır. Uyuşmazlık onda her şeyden şikâyetçi olan bir kişilik meydana getirmiştir, denebilir. İyi göründüğü, her şeyi iyi ve güzel gördüğü zamanlar pek az olmuştur. Hikâyelerindeki kahramanlarında olumsuz taraf aramamış olması, onların daima iyi yanlarını bulup o yönleriyle ele alması, onun ideale ulaşma düşüncesini yansıtır. Yoksa kendisi hayatı hep güzel gören biri değildir.

Her şeyden şikâyet onu kendinden razı olmamaya kadar götürmüştür. Çevresindekiler bu memnuniyetsizliğini sezdikleri gibi, kendisi de sözleriyle bu durumu açığa vurmuştur. Arkadaşı Sabahattin Batur’a söylediği “Yani, ben evlenilmeyecek kadar çirkin miyim?” sözü, belki onun zaman zaman zihninden geçen bir düşünce de olmuştur. Evlenmemesinin sebepleri arasında, bir kompleks halini alan bu duygunun tesirini de görmek mümkündür.
Sait Faik’in psikolojik yapısı üzerine bir çok şey söylenildiği halde, fizikî yapısı üzerinde pek durulmamıştır. Halbuki onun fizikî yapısının ruh dünyasında da etkileri görülür, bu etki eserlerine kadar devam eder.  Onun lise yıllarında hocası olan Hakkı Süha (Gezgin), yazarı şu cümlelerle tasvir eder:

“Uzun bir boy, endamlı bir yapı, şişkin şakaklar üstünde kabarıklığı çoğalan sarı saçlar. Galiba her rastladığı berbere girdiği için, bu saçlar hiçbir zaman iyi kesilmez. Şapkasının markası ne olursa olsun, başında iyi durduğu görülmemiştir.

Çıkık elmacıklı Türkmen yüzünde açık mavi gözleri, birer hülya penceresini andırır. Akları hemen daima kanlıdır. Öyle dalgın bakar ki, yüzünüze saplandıkları vakitlerde de, sizi görüp görmediklerini pek kestiremezsiniz.

Geniş ağzında dudak yok, gülüş vardır. Methe güler, iltifata güler, hiddete siteme, tenkide güler.”

Maddî bakımdan her türlü imkâna sâhip olduğu halde, kıyafetine önem vermeyen Sait Faik Abasıyanık, oldukça sade giyinmekten hoşlanır, giyim konusunda kendisini zorlamaz. Hayatının her döneminde sadelikten hoşlanmış, lüks yerlerde bulunmak onu sıkmış, hikâyelerindeki insanları seçtiği mekanlarda ve hikâyelerindeki karakterler gibi insanlar arasında kendini rahat hissetmiş ve onlar gibi giyinmiştir. Kıyafetindeki bu sâdelik,oturup kalktığı yerlerde de kendisini gösterir. Kıyafeti, davranışı ve bulunduğu çevre birbirini tamamlamaktadır.

İstanbul’da basit kıraathaneler, koltuk meyhaneleri, Burgazada’da balıkçı kahveleri, yalnız kalmak istediği zamanların dışında bulunduğu yerlerdir. Her ne kadar anlattıkları, genellikle buraların insanları olsa da, Sait Faik Abasıyanık buralara hikâyelerine kahraman seçmek için değil, oralardaki yaşantıdan ve doğal olandan hoşlandığı için gitmektedir.

Sanatçının son zamanlarında, fizikî görünümü yaşından daha çok göstermektedir. Bu erken çöküşte yaşantısındaki düzensizlik ve avarelik kadar, hastalığının da etkisi olmuştur. Ölümünden birkaç yıl önceki dış görünüşünü bir başka arkadaşı şu şekilde anlatmaktadır:

“Geniş beyaz yüzünde açılmış iri, biraz patlak yeşil gözleri birkaç tutamı alnına düşmüş dağınık saçları, hafif yapılı yürüyüşüyle savaştan yeni gelmiş bir vikinge benziyor. Yorgun bir adam. Sesi de öyle. Kısık, nefes nefese. Yüz çizgileri, bakışları yaşına uymuyor. Daha ihtiyar bunlar. Ama dudaklarındaki çocuk gülümsemeler, çocuk kahkahalar.”*

Uzun boyu, mavi gözleri ve dağınık sarı saçlarıyla çirkin sayılmayacak bir görünüşün arkasındaki problem iç çatışmasıdır.

Sait Faik’in psikolojik yapısına gelince, annesine göre, “tanıdığı insanlardan hiç birine benzemeyen”,arkadaş çevresine göre, “kendisini çok yabancı hisseder,başkalarıyla münasebete girişmez” bir ruh haline sahip olan bir sanatçının bütün bu özellikleri eserlerindeki orijinaliteyi doğuruyorsa bunun sebebini araştırmak ve onun hayatında bu ruh halini doğuran faktörleri incelemek gerekir.

Sait Faik Abasıyanık, altı yedi yaşlarındayken, annesiyle babası arasındaki geçimsizliğe şahit olmuştur. Bu geçimsizliğin ardından üç buçuk yıl süren ayrılıklarında, haftada sadece bir gün annesini görebilmiştir. Her şeyi anlamaya ve ilköğretime başladığı çağda meydana gelen bu ailevî sorunun onu sarstığı kesindir. Okula ve derslere olan ilgisizliğinde de bu sarsıntının etkisinin olduğunu söylemek için uzman olmak gerekmez.

Anneden ayrı olmanın ezikliği, dedenin sahiplenici ve şımartıcı davranışlarıyla giderilmeye çalışılırken küçük Sait’te çevreyle uyuşamama ve hırçınlık ruhunun ilk belirtileri ortaya çıkar. Davranışlarındaki tutarsızlık onu ani değişimlere sürükler, basit sebeplerden dolayı kavga çıkarır ve arkadaş çevresinin tepkisini ve antipatisini toplar. Sait Faik Abasıyanık biyografisi

Sait Faik’i en çok anlayan ve koruyan annesi olduğu için, kadınlara karşı korku, hürmet ve bağımlılık hislerini bir arada duymuştur. O, kadını hem çok iyi hem de çok kötü görmüş, bunun için kadınla denk ilişkiye girişmemiş, erkeklerle daha iyi anlaşmıştır. Ancak bu anlaşma da uzun sürmemiş, hemcinslerinden üstün görünmek ve kendini ispat etmek arzusu onu uyumsuzluğa götürmüştür. Sonunda hiç kimseye inanıp güvenmeyen, insanlarla uzun süreli dostluklar kuramayan, haşin, kavgacı ve isyankâr bir insan olmuştur.

Bir sanatçıya ait olan ruh halinin yaşantısına olduğu gibi, sanatına da etkisi olur. Eserleri, doğrudan sanatçının hayatını yansıtmasa da içinde yazarın hayatına ışık tutacak ipuçları taşır. Sanatında belli bir görüşe bağlanmayan, içinden gelen sese uyan Sait Faik’in hikâyelerinde yaşama biçimi ve ruh dünyası hakkında, kesin olmasa bile, bir takım işaretler bulunmaktadır. Sait Faik Abasıyanık biyografisi

Sait Faik’in yaşadığı zamana ve topluma uyum zorluğunun sonuçlarından biri de geçmişi yaşama tutkusudur. “Sevmek Korkusu”, “Ben Ne Yapayım”, “Bilmem Neden Böyle Yapıyorum” gibi hikâyelerindeki kahramanların hayatlarında yazarın yaşantısından kesitlerin yer alması bu tutkuyu ortaya koyar niteliktedir.

Hikâyelerinin konularını ve kahramanlarını “muhitinden” seçen Sait Faik’in kendine de kişi kadrosu arasında yer vermesi,iç sıkıntılarını, bunalımlarını ve yalnızlığını “Ben”in ifâdeleriyle dikkatlere sunması veya olay örgüsünü kesip ferdî durumunu sezdirici söz gruplarına yer vermesiyle de yazar-eser arasındaki bağlantının varlığı dikkati çeker.( “Plajdaki Ayna”, “Hallaç” hikayelerinde olduğu gibi.) Sait Faik Abasıyanık biyografisi

Sait Faik’in ruh dünyasını şekillendiren olaylardan biri içinde yaşadığı toplumun gerçeklerine uyum sağlayamama ve bunun sonucu olarak çevresinden sürekli bir kaçıştır. Hakkında, özellikle yazılarıyla ilgili söylenen her türlü övgü de yergi de onu rahatsız eder.  Bütün bunlar sanatçıya ait uyumsuzluğun dışavurumudur. Dış gerçeği olduğu gibi kabullenmeme ve yaşadığı çevreden kaçış yazarı kendine ait iç gerçekleri dış gerçeğin üstüne çıkarma çabasına götürmüştür. Bu, ilk bakışta bir sanatçı için ideal olanı ortaya koyma şeklinde düşünülebilir. Ancak Sait Faik’te bu durum bir sanat endişesinden kaynaklanmamış, dış ve gerçekleri olduğu gibi değil,olmasını istediği gibi değerlendirmekle kalmıştır.

Yazarın sergilediği bu ruh hali onu yalnızlığa ve iç sıkıntısına sürüklemiştir. Kendinden bahsedilmesini sevmeyen sanatçı, iç gerçek olarak gördüğü şeyleri dışa vurma ihtiyacını hikâye yoluyla gidermeye çalışmıştır. Onun için, Sait Faik’in hikâyelerinde değişik ruh hallerini birlikte yaşayan kahraman tipiyle sık sık karşılaşırız(“Plajdaki Ayna”, “Söylendim Durdum”da olduğu gibi). Samet Ağaoğlu’nun “Sait Faik’in kişiliğiyle hikâyeleri birleştirildiği zaman, çelişmeler içinde bir adamın hayatından ibaret bir roman ortaya çıkar. Bu çelişmelerin en esrarlısı maddî yaşamın çeşitli bağlarıyla ruhun sonsuz hürriyeti arasındadır.” cümleleri  onun hikâyeleriyle arasındaki ilişkiyi en iyi özetleyen sözlerdir herhalde. Sait Faik Abasıyanık biyografisi

İç dünyasına ait duyguların gizliliğine başkalarının girmesini istemeyen yazar,bundan dolayı,ne düşündüğünü,neler hissettiğini açıkça söylerken kendine göre sır olarak kabul ettiği duygularını insanlarla paylaşmamıştır. Aynı şekilde, “bir yabancı elin o açık renkli gözlerden içine sinen imajlar dünyasına dalabileceği korkusuyla”* herkesten kaçmış, yalnızlığı tercih etmiştir. Onun kalabalıklardan uzaklaşıp yalnızlığı tercih etmesini, “dış dünyayı tek başına ve şahitsiz seyretmek isteği…” olarak değerlendirmek de mümkündür.

Çocukluğundan itibaren her fırsatta ortaya çıkan bu ruh hali, onu diğer yazarlardan ayıran özelliklerin kaynağıdır. Son zamanlarında uyumsuzluğunun ve çelişkilerinin farkına varan Sait Faik Abasıyanık, bu durumunu kabullenmiş gözükür. Psikolojik çıkmazları sonuçta gerçeklerden kaçıp, bilinçaltı gerçeklerine yönelmesine ve Sürrealizme kayan bir çizgi takip etmesine neden oluruz. Sait Faik Abasıyanık biyografisi

Sait Faik Abasıyanık’ın diğer bir özelliği de suçluluk duygusuna sahip olmasıdır. Bu duygu, “Uyuz Hastalığı Arkasından Hayâl” hikâyesinde “ben de mücrimim herkes gibi…” hüküm cümlesiyle doruğa çıkar. Ayrıca yazarın lise yıllarında sınıfça cezalandırılmalarına sebep olan, hocanın sandalyesine iğne koyma olayından dolayı uzun yıllar suçluluk duyduğu da sınıf arkadaşları tarafından anlatılmaktadır.

Yazarımızın “varlığını ancak sezdiği güzellikleri arayan, bulamadığı için hüzünlü, yine bulamadığı ve sadece bulmak ümidiyle yaşadığı için bahtiyar bir insanın ruh hali”* olarak karşımıza çıkan avareliğini -ki bu özellikleri taşıyan kişileri “Sarnıç” ve “Havada Bulut” adlı hikâyelerinde görürüz- , yalnızlığını, sebepsiz korkularını ve sonsuz enginliğe sahip ruhuyla bağdaşmayacak darlıkta”* cimriliğini de bütün bu özelliklere eklersek, onun çelişkilerle dolu ruh portresini ve karmaşık iç dünyasını biraz olsun anlayabiliriz. Sait Faik Abasıyanık biyografisi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir